Ne kaldı geriye, bilmiyorum. O kadar çok şey kaybettim ki… Elimde kalan tek olasılık, devam edip etmeyeceğim. Yaşamanın acı yansımasını yaşıyorum; yıllar geçse de sancım azalmıyor.
Sylvia Plath, 30’lu yaşlarında, evini temizleyip çocuklarını ihmal etmeden yaşamına son verdi. Nilgün Marmara da evini temizleyip, güzel kıyafetleriyle camdan atladı. Benim elimde böyle bir takat yok; zaten bir evim bile yok. Yattığım yerler geçici, zihnimdeki gibi sığınağım olmadı hiç. Birkaç küçük pansiyon denemesi yaptım, ama param yetmedi ve oradan da atıldım.Şehrin ortasında yapayalnızım; o kadar insanın arasında. İleri gitme çabalarım nafileye dönmüş gibi. Geriye zaten dönemiyorum. Teli kopmuş gitar gibi, yanlış notalar çalarak beste yapmaya gayret ediyorum; beyhude bir çaba.
Sadık Hidayet, yıllar önce gazlı bir evi olsun istemişti; seneler sonra isteğine ulaştı ve tüm sancılarını bitirdi. Mecalim yok bu kadar anlamlı bir sona; öylece bir kaldırım taşında bitsin isterdim. Oracıkta, birdenbire. Kimseye çarpmadan, dokunmadan… Kimse, yaşarken anlamadığı bir ruhun ölüm nedenini bilmesin.Ya da Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan, Leyla bebek, Narin çocuk… Sayamadığım, hafızamın kör kuyularına attığım onlarca insan. Bu güzel bebekler, çocuklar, gençler… Ne için nefes alamıyor bu dünyada? Madem varlığımız burayla sınırlı, benim yaşayıp onların olmaması haksızlık değil mi? Onlardan daha çok yaşamayı hak edecek bir şey yapmadım. Doğdum, büyüdüm, anladım ve yok oluyorum.
Kendimi uçsuz bucaksız evrende bir şeye benzetmeye çalıştım: bir eşya ya da bir kişi… Ölü-diri fark etmezdi. Sonunda neye benzediğimi buldum: sonsuz bir evrende hiçim. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde “hiçlik” olmalı bence.
Ben, bir doğumun sancısını, doğduktan sonra hâlâ taşıyan bir adamım. Doğum bitti, sancı bitti… Ama benim sancım devam edecek; son doğum günümdeye kadar.
Yorumlar