Düşünceler kafamın içinde birbirini kovarlarken, giriş katın toplam kattan sayılmadığının kırgınlığı ve biraz da hüznü içinde buldum kendimi.
Sıfırın toplamda hiçliği gibi hissettim varlığımı; giriş katın var olma çabası gibiydi.
Oysa her şeyin bir denge halinde olması gerektiğini öğretmişlerdi bize.
Ama okulda ne kadar boş şeyler öğretiyorlar.
Öğretseler ya, yaşarken yok olmayı…
Ya da mutsuzluğun korkulacak bir öcü olmadığını.
Çünkü denge dediğimiz şey, birinin mutlu olması için birinin mutsuz olmasını şart koşuyor.
Ve ben bu konuda kendimi feda ediyorum.
Her yeni güne, ölümün elinden bir şeyler koparma gayretiyle başlıyor günüm.
Ve günün sonunda, sonsuzluğun tam ortasında hiçliği düşünürken buluyorum kendimi.
Neyim ben? Hiçim.
Her şey ve herkes benimle başlar, benimle biter.
İnsanların samimiyetsizliklerinin içinde bir kedi yavrusu gibi kaçıyorum.
Kaçıyorum da, nereye?
Sezar’ın bile halısını çalıp mezatta açık artırmaya satan bu insanoğlundan nereye kaçabilirim ki?
İçimden atamadıklarımı, kumbaraya biriktirir gibi içime itiyorum işte.
Bırakılan boşluklar o kadar derin ki, coğrafyam engebeli bir araziye döndü.
Hafta sonu kararlılığındaki ruhuma, sıcak birkaç cümlenin özlemiyle geçiyor günlerim.
Van Gogh gibi kesseydim kulaklarımı, eksikliğini hiç hissetmeyecektim.
Zaten mevsimlerin tadı da bozuldu.
Ne sonbaharın melankolisi kaldı, ne ilkbaharın şen gülümsemesi.
Heybemde ne kaldıysa, o kadarıyla yaşıyorum.
Ama yine de değiyor.
Elde var yarım kalan hikâyeler.
Birkaç eski fotoğraf ve kitaplarım.
Zaten o kitapların arasında kuruttum hayal kırıklıklarımı.
Zarar gelmez benden artık bu dünyaya.
Yorgun ve infazını bekleyen bir aksak at gibi, son cümle yazılana kadar sustuklarımı anlatmaya devam edeceğim.
Mazide kalan yaralarım kanamasın diye.
Yorumlar