Nihayet hafta sonu gelmişti. Kara bulutların gökyüzünde yağmura hazırlandığı bir cuma akşamı son ders zili çaldığında koşarak çıktım okuldan. Bu hafta sonu köye gidecektik. Sabriye ninem burnumda tütüyordu. Eve geldiğimde annemle babam hazırlanmış beni bekliyorlardı. Hemen üzerimi değişip atladım arabaya. Babam ödevimin olup olmadığını sordu. Aklıma öğretmenimizin sön derste verdiği “eski bir anı yazma” ödevi geldi aklıma. Yaparız dedim kendi kendime daha iki gün var nasıl olsa. Büyük heyecanla yola çıktık. Köyler, evler, ağaçlar, tarlalar… Bir film şeridi gibi geçti arabanın penceresinden. Köye vardığımızda Sabriye ninem bizi bahçede karşıladı. “Oy benim yavrularım gelmiş” diyerek sardı bedenimi şefkatli kollarıyla. Ninem Bulgaristan göçmeniydi. 13 Yaşında göç edip gelmişler buralara. Köye geldiğimizde hep onun odasında uyurduk. Kardeşimle odasındaki tek sedirde yatmak için yarış yapardık. Yarışı bu sefer ben kazandım. Gece el ayak çelince bir sessizlik olurdu. Sabriye ninemin memleket anılarıyla dalardım uykuya. Dışarıda yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken, içeride gürül gürül yanan odun sobasının şulesi tavana vuruyordu. Yataklarımıza yattık ve ninem yine o güzel anlatımıyla başladı eskilerden anlatmaya. O anlattıkça benim gözümde canlanan sahneler dünyanın en güzel filmlerinden daha güzeldi.
“Göç edeceğimiz gün sabah erkenden uyandık. İki odalı üstü çinko tavanlı, kerpiç evimizin bahçesinde bir toprak fırınımız vardı. Her ekmekten sonra kararan fırının ağzını beyaz toprak ile sıvardım. Akşamdan yoğurduğum ekmeği pişirmek için fırını yaktım. Abimler cevizleri topladı. Fırının tüten bacası daha dün gibi gözümün önünde. Ekmeler pişti, cevizler toplandı, arabaya yüklendi. Doğduğum, büyüdüğüm evi, bahçeyi, sokağı ve bir sürü hatırayı bırakıp çıktık yola. Köpeğimiz Karabaş’ın arabanın arkasında koşuşunu ve gözden kayboluşunu hiç unutmuyorum. Meriç’i geçerken akşam güneşinin kızıllığı vuruyordu gözbebeklerime. Sınırı geçip Edirne’ye geldiğimizde hava kararmaya yüz tutmuştu. Bütün ihtişamıyla Selimiye Camii karşıladı bizi. Büyük Usta Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği Selimiye’de durduk. Arabadan indiğimizde abim eğilip toprağı öptü. Sonra bir ağacın altında bir sofa bezinin etrafına kurulduk. Taze somunun yanına kuru soğan kırıp yedik. Akşam namazlarımızı Selimiye’de kıldıktan sonra Rüstem Paşa Kervansarayına gittik. Gece burada konakladık. Yol yorgunluğu ile bir kervansaray odasında duvarda asılı isli gaz lambasının şulesinde uykuya daldık. Günün ilk ışıklarıyla koyulduk yola. Birkaç saat sonra İstanbul’a vardık. Hep radyodan, başkalarının anlattığı hikayelerden duyardım İstanbul’u. Bir caminin avlusunda soluklandık. Oradakilerden duydum ki burası da Süleymaniye camisiymiş. Mimar Sinan’ın kalfalık eseriymiş. Geceyi buradaki kervansarayda geçirmek için odamıza yerleştik. Karnımız acıktı. Abilerim beni orada bırakıp çarşıya yiyecek almaya gittiler. Döndüklerinde abilerimi tanıyamadım. Başlarındaki fesler çıkmış, şapka takmışlardı. Meğer o sıralar Atatürk, şapka devrimini gerçekleştirmiş. İstanbul’u ilk ve son görüşümdü. Şehirleri, köyleri, dağları, ovaları aşıp geldik Çukurova’ya. Burada evlendim, çoluk çocuk, torun torba sahibi oldum. Ömrümün 90 yılı burada geçti. Burada da sıra sıra toprak fırınlarımız oldu. Sayısız ekmek yaptım. Her gece gözlerimi kapattığımda 13 yaşıma gidiyorum. Balkanlardaki toprak fırının ateşi yanıyor içimde. Sıcacık çıkarttığım somunların kokusunu duyuyorum. Göç zor yavrum. İnsanın nereye giderse gitsin doğup büyüdüğü yer hep içinde kalıyor. “
Ninemin son cümleleriyle gözlerimin kapanması bir oldu. Hikayeye rüyalarımda kendim devam ettim. Sabah uyandığımızda sanki büyü bozulmuştu. İki gün köyde kaldık. Zaman çok çabuk geçmişti. Pazar akşamı eve döndük. Aklıma Türkçe öğretmenimin verdiği ödev geldi. Eski bir anıyı yazıp sınıfta okumamızı istiyordu. Ninemin anlattıklarından daha iyi eski anı olabilir mi dedim ve “Balkanlardan Anadolu’ya Bir Göç Hikayesi” başlıklı anıyı yazdım. Ertesi gün sınıfta ödevimi okuduğumda herkesin hayalinde kendince bir göç hikayesi canlandı. Göç, tarih boyunca hep insanların ve toplumların kaderini değiştirmiştir. Herkesin bir hikayesi vardır. Nineminki de böyle işte. İnsan 90 yıl da yaşasa bazen bir şarkıda, bazen bir köpeğin sadakatinde, bazen duvarlarından sardunyalar sarkan iki odalı toprak evde, bazen de toprak fırının yanan ateşinde.
Yorumlar