Edebiyat tarihi boyunca tartışmalar hep aynı sorunun etrafında döner durur.Bir eseri değerli kılan şey nedir? Onun üslûbu mu, içeriği mi, yoksa tam da yazıldığı dönemin şartları mı? Belki de üçünün gizli bir ortaklığı…
Kimi zaman okurun gözünde içerik ön plana çıkar; çünkü söylenen şeyin önemini tartışmak kolaydır. Kimi zamansa üslûp, yani söyleniş biçimi, içeriğin önünde bir ışık gibi parlar. Ama işin içinde bir de “zamanın kartları” vardır: Bir yazar, hangi dönemin ihtiyaçlarıyla, hangi toplumsal atmosferde kalemi eline alıyorsa, o anın rüzgârı ister istemez satırlara siner.
Tagore’un hatırlattığı ayrım
Rabindranath Tagore’un Veda Şarkısı’nda geçen şu satırlar, bu tartışmanın hiç de yeni olmadığını gösteriyor:
“Amit modayı bir maskeye, üslûbu da gerçek çehrenin güzelliğine benzetiyor. Üslûp, ona göre, kendi keyiflerince, kendi tercihleri yönünde yaşamasını bilen edebiyat seçkinlerine mahsus. Modaya gelince, o, sadece başkalarını hoşnut etmek için yazan sıradan edebiyatçıların, edebiyat esnafının izlemek zorunda olduğu bir yol.”
Tagore, burada yalnızca “edebî moda”ya değil, daha derin bir meseleye dokunuyor: Bir yazar kendine ait bir ses bulduğunda üslûp doğar; ama başkalarını hoşnut etmek için yazmaya başladığında, geriye kalan şey yalnızca geçici bir ciladır.
Özgünlük ile taklidin sınırında
Tagore’un verdiği örneklerin devamında , bu farkı canlı biçimde gözler önüne serer. Bankim’in üslûbu, kendi eserinde tam anlamıyla ortaya çıkarken, onu taklit eden Nasiram’ın kaleminde yalnızca bir “moda”ya dönüşür. Orijinalin sahip olduğu canlılık, taklitte bir panayır çadırının sıradan süslerine benzer; sahici olanın parıltısı kaybolur.
Aslında edebiyat tarihi de bu ikilemin sayısız örneğiyle doludur. Goethe, gençliğinde fırtına ve coşku akımının etkisinde yazdı; ama asıl kalıcılığını, kendi iç sesine sadık kalarak, yani üslûbunu bularak kazandı. Virginia Woolf, romanın akışını kıran, zamanı içsel deneyimlere bölen üslûbuyla, yalnızca “ne” anlattığıyla değil, “nasıl” anlattığıyla da çığır açtı. Bizde ise Orhan Veli, günlük konuşma dilini şiire taşıyarak bir kuşağın “şairane” beklentilerini altüst etti; onun üslûbu içerikten ayrı düşünülemez hale geldi.
Bugüne bakan tarafı
O halde mesele sadece “üslûp mu, içerik mi?” sorusuna indirgenemez. Asıl soru, yazının kendi zamanına ne kadar kulak verdiği ve buna rağmen kendine özgü bir ses bulup bulamadığıdır. Çünkü moda gelip geçer; içerik günün tartışmalarına bağlı olarak eskiyebilir; ama üslûp, yazarın kendi sesini bulduğu anda, dönemin ötesine uzanma gücü kazanır.
Bugün yazarken ya da okurken biz de aynı soruyla karşı karşıyayız: Acaba bir metni sadece güncel tartışmalara “uygun” olduğu için mi değerli buluyoruz? Yoksa satırların ardında, moda kaybolduğunda bile varlığını sürdürecek bir üslûbun izini mi arıyoruz?
Cevap belki kişiden kişiye değişir. Ama şurası kesin ki, Tagore’un işaret ettiği gibi, bir maskenin ardındaki yüzü görmek istiyorsak, üslûba kulak vermeliyiz. İçerik elbette önemlidir; zamanla değişse de, düşünce ve anlatılmak istenen mesajın temeli olarak değerini korur. Fakat üslûp… O, bir yazarın asıl imzasıdır ve eseri kalıcı kılan unsur olarak öne çıkar.
Yorumlar