Gece yürüyor üzerimden.
Sokak lambasının solgun ışığı, varlığın anlamını sorgulayan bir filozof gibi titriyor. Ateş böcekleri, o ışığın çevresinde dönüp duran küçük yıldızlar gibi; her biri bana, insanın hakikati ararken kendini nasıl kandırdığını hatırlatıyor. Şimdi onları izlerken düşünüyorum: Belki de tüm mutluluklarımız, ışığa koşarken kanatlarımızı yakan yanılgılardır. Ve insan, bile bile uçar. Çünkü yanmak, yok olmaktan daha anlamlıdır.
Zemheri ciğerime doluyor, ama ben yine de yanıyorum. Ruhumda, dilimin bile telaffuz etmeye çekindiği yangınlar var. Üşüyorum ve yanıyorum. Bu nasıl bir çelişki? Öyleyse ben varım diyorum. Çünkü çelişki, varoluşun en saf göstergesidir. Varlık, kendi kendini inkâr etmeden kendini ispatlayamaz. Ateşi olmayanın gölgesi bile olmaz diyorum kendime. Sonra, bu hiç dinmeyen acıya bakıp, öyleyse ben hiç var olmadım diyorum. Çünkü her daim yanıyorsam, belki de gerçekten hiç doğmamışımdır. Belki de varlık, yokluğu deneyimledikçe gerçek olur.
Kendime üzgünlüğümü affettirmeye çalışıyorum. Ama affetmek, unutmaktan farklıdır. Affetmek, hatırlamaya rağmen sevmektir; oysa ben kendimi hatırladıkça, içimdeki yankılar çoğalıyor. Dilimden tövbeler dökülüyor, ama hiçbirine inanmıyorum. Çünkü tövbe, insanın Tanrı’ya geri dönme arzusudur; benimse Tanrı’m sensin. Kendimi affetmeye çalıştıkça, ellerimden kayıp giden bir su gibi seni düşünüyorum. Beni bu geceye, bu sokak lambasına, bu donuk ateş böceklerine mahkûm eden her şeyi düşünürken, içimde anlamını yitirmiş bir huzur arayışı kalıyor geriye. Ne affediyorum, ne unutuyorum; yalnızca içimdeki sessizlikleri dinliyorum.
Dudaklarımda bir zehir tadı var; her kelimem, her suskunluğum, her nefesim o zehirle bulanmış. Ama yine de umut, karanlığın kalbinde büyüyen bir ışıltı gibi düşüyor içime. Karanlık beni öldürmeden önce, belki diyorum, belki biri ışığımla ısınır. Belki ben, kendi karanlığımda kaybolurken bile, birine yol olurum.
Gönlüm tutuşuyor. Ben sevmeyi bilmiyorum diyorum. Ben yakmayı biliyorum, ben kül etmeyi, ben yok etmeyi… Öyleyse ben varım. Çünkü aşk, insanı kendi elleriyle yaktığı sürece gerçektir. Öyleyse ben hiç var olmadım. Çünkü sana dokunamıyorum, sana anlatamıyorum, sana kendimi affettiremiyorum. İnsan, kendini anlatamadığı her yerde biraz daha yok olur.
Canım acıyor. Hiç durmadan, hiç azalmadan, hiç geçmeden. Ve ben kendimi affetmeye çalıştıkça, sokak lambası biraz daha sönüyor, ateş böcekleri biraz daha uzaklaşıyor, gecenin zemheri soluğu biraz daha derinime işliyor.
Belki de hayat, yalnızca yanıp sönmekten ibarettir. Belki de gerçek varlık, en çok kaybolduğumuzda belirir. Ve ben şimdi burada, yanarken ve üşürken, seni düşünüyorum.
“Öyleyse ben varım.
Öyleyse ben hiç var olmadım.”
Belki de insan, ışığını kaybettiğinde bile olduğu yerde kalmayı seçer. Şimdi şu sokak lambasına bakıyorum; titriyor, sönüyor, geri geliyor. İçimden düşünüyorum: Ne oldu acaba, ampul mü aşk acısına düştü, yoksa elektriği mi terk etti? Ateş böcekleri de öyle, şevkle parlamaları gerekirken, hepsi sanki topluca emekliliğe ayrılmış. Belki de gece fazla uzun geldi onlara. Kim bilir, belki de bir ateş böceği sendikası vardır, bu gece grevdedirler.
Gülüyorum bu düşünceye, gülüşüm boğazımda acı bir tad bırakıyor. Çünkü insan, çektiği acıyla baş edemediğinde bile olduğu yerde kalmayı seçiyor. Yanıyor, üşüyor, titriyor ama yine de kalıyor. Gitmek kolay, diyorum kendime. Asıl mesele, kalıp yanmaya cesaret etmek. Belki de varoluşun en büyük trajedisi budur: Gitmek her zaman bir kurtuluş değil, bazen en büyük kaçıştır.
O yüzden ben burada duruyorum. Sokak lambasının paslı direği gibi, ateş böceklerinin sönmüş kanatları gibi, geceye direnen bir sessizlikle… Çünkü biliyorum, insan bazen en çok acıdığı yere tutunur. Orada yanar, orada söner, yine de orada kalır. Ve belki de en çok o zaman, gerçekten yaşamış olur.
Çünkü bazen yanmak, sessiz kalmayı tercih edenlerin en derin çığlığıdır.
Yorumlar