HANIMEFENDİ
Bankın ucundaki küçücük boşluğa gözünü dikmişti, oraya oturmakta kararlıydı. Sağımda mışıl mışıl uyuyan kediyi rahatsız etmek istemiyor gibiydi.
"Ben diğer banka geçebilirim," dedim. "Kediyle oturmak isterseniz."
"Hayır," dedi kibarca, biraz da gücenmiş gibi.
"Rahatsız olmazsanız, hem sizinle hem kediyle oturmak istiyorum, hanımefendi."
"Hanımefendi!"
Şaşırdım. Çocuğu yaşındaki birine böyle hitap etmesi alışıldık değildi. Hoş görünüşü de öyle.
"Rica ederim," dedim aynı nezaketle. "Mutlu olurum hatta, buyurun lütfen."
Ceketim olsa kalkıp ilikleyeceğim. Öyle bir saygınlık şemsiyesi açıldı ki başımızda, derin uykusuna dalmış sarman bile neredeyse daha usturuplu uyuyacak.
Sol elinde bir zamanlar iyi para verilerek alınmış belli bir çanta, sağ elinde yarısı yenmiş bir simit vardı. Üzerinde şık bir döpiyes, ayaklarında rahatlığı da şıklığı da aynı anda taşıyan ayakkabılar… Saçları itinayla taranmış, belki bir gece önce bigudiyle sarılıp sabah spreyle sabitlenmiş. Yanaklarında hafif bir allık, dudaklarında tatlı bir pembelik… Sanki bir temsile gider gibi özenliydi. Temsil mi dedim ben? Ömrümde tiyatroya böyle dememiştim ama onun varlığı o basit demir bankı birden zaman tüneline çevirdi.
Onun yanında kendimi pasaklı hissettim. Oysa üzerimdeki tişört ve jean hem yeni hem tertemizdi. Ama yan yana durunca biri kuşe kâğıda, diğeri samanlı kâğıda basılmış iki fotoğraf gibiydik.
Elindeki simitten kibarca ikram etti:
"Kopararak yedim, arzu ederseniz eğer…"
Teşekkür ederek reddettim. Bu kez simidi ütülü beyaz bir peçeteye sarıp çantasına yerleştirdi. Ardından kocaman güneş gözlüklerini çıkardı kutusundan ve ağır ağır taktı.
Kendimi tanıtmak zorunda hissettim:
"Ben Leyla. Nasılsınız?" dedim, biraz tedirgin. Belki sohbet etmek istemezdi ama ısrarla bu banka oturmuştu, bir cesaret aldım bundan.
"Ben de Canan," dedi.
"İyiyim. Siz de iyisiniz umarım."
"Ben de iyiyim," dedim alışıldık cevapla.
Oysa demek istediklerim başkaydı: *İşten kovuldum, sevgilimden sıkıldım, babamla kavgalıyım ve her şeyden nefret ediyorum.*
"Ne güzel, iyi olun tabi," dedi. "Hayat öyle hızlı akıyor ki, tadını çıkarın evladım."
Hanımefendi ile başlayan sohbetin *evladım* ile devam etmesi beklediğim bir şey değildi. İçimden "Evet, onun da sohbete ihtiyacı var" diye geçirdim.
"Keşke daha hızlı aksa. Zaten tadı yok," dedim.
Yüzünde hafif alaycı bir gülümseme belirdi. Neredeyse kahkaha atacaktı. Oysa ben komiklik olsun diye söylememiştim. Dalga mı geçiyordu benimle? Yaşlıların gençlerin dertlerini küçümsemesine hep gıcık olmuştum. Neyse, bakalım onun da anlatacakları var mıydı. Haline bakılırsa elleri pek dert görmemişti. Güneş gözlüğünün ardında gözlerinin ışığını seçemiyordum. Annemden, hatta ninemden bile yaşlı görünüyordu ama yüzünde fazla yıpranmışlık izi yoktu.
"Sizce," dedim.
"Sizce de öyle değil mi? Çok sıkıcı değil mi hayat?"
Yine o tebessümle saatine baktı, küpesine dokundu ve konuşmaya başladı:
"Sıkıcı… hafif kalmaz mı biraz?"
İçimden bir sevinç geçti. Belki hainceydi bu; bir başkasının acı hikâyesinden medet umuyordum. Ama o anda mutlu yaşam öğütleri değil, gerçeğe dokunan sözler lazımdı bana. Yanımda mırlayan sarman bile daha iyi geliyordu ruhuma.
"Nasıl yani?" dedim merakla.
"Ben olsam sıkıcı değil, acımasız derdim," dedi.
"Düştükçe daha da vurur. Tam elini uzatıp kaldıracakmış gibi yapar, sonra pat diye bırakır. Bir de üstüne alay eder insanla."
Şaşırmıştım. Ondan, nasihat dolu bir kıssadan hisse beklerdim. Ama sözleri keskin ve yaralıydı.
Tam o sırada parmağıyla ufku gösterdi:
"Şu gemileri görüyor musun? Onlardan birine el sallayalı tam elli yıl oldu. Kocam vardı içinde. Kaptan olarak bindi. Aylar sonra gemi geri geldi, ama o inmedi. Bir daha da inmedi. Ne olduğunu hiç öğrenemedim. Tam kabullenip yeni bir yuva kurayım, bir evlat sahibi olayım dedim… İşte o zaman ikinci ve en şiddetli tokadı yedim. Bu kez de en yakın arkadaşım, hem kocamı hem oğlumu alıp gitti. Bir daha da dönmediler. Kalakaldım öylece. Hayatta eksik kalmadığım tek şey para oldu. Ama kaybolanları bulmaya yetmedi. Benim hayatım sıkıcı olmayacak kadar ilginç, ama vicdansızdı, evladım."
Boğazım düğümlendi. "Üzüldüm," diyebildim sadece. Daha çok şey sormak istiyordum ama inanmamış gibi görünmekten çekindim.
Bir an daha oturacak sandım. Oysa doğruldu.
"Tanıştığıma memnun oldum, hanımefendi," dedi. Çantasını koluna takıp kalktı.
"Sıkıcı diyerek hafife almayın. Çok ciddi bir rakiptir hayat."
Uzun siyah otomobile doğru yürüdü. Şoförü olduğunu tahmin ettiğim genç adam kapıyı açtı. Canan son bir kez bana bakıp başıyla selam verdi.
Tam o anda kedi de uykusundan uyanıp yanımdan ayrıldı. Telefonuma annemden bir mesaj düştü: "Neredesin?"
Birden dünyaya döndüm.
Ne yapmalıydım şimdi? "Benden daha dertlisi var" diye işsizliğime, tutunamayan aşklarıma, memnuniyetsiz babama şükretmeli miydim? Belki de tek yapmam gereken, kendi hikâyemin kahramanı olmaya devam etmekti. Kim bilir, yıllar sonra bir başka bankta, bir başka gence ben de kendi hikâyemi anlatan ihtiyar olabilirim. Belki o zaman daha ilginç bir hikâyem olur.
Yorumlar