Kapı gıcırtısı duyduğumda direkt girişe baktım. Yine aynı adam gelmişti. Uzun boyu, karışık koyu kahve saçları vardı. Ama ben onu utangaçlığından tanıyordum. Hangi türden çiçek almak istediğini hiçbir zaman söylemezdi. Ben de kendi seçtiğimi verirdim. Bu üçüncü gelişiydi. İki günde bir çiçek alması sevgilisini çok sevdiğini gösteriyordu, belki de mezara koymak için alıyordu. Ne de olsa gelenler daha fazla çiçeği ölüler için alırlardı.
Buketi güzelce sardım, hazırladım. Yaprakları düzeltirken merak ettiğim o soruyu sordum. “Bunca çiçeği neden alıyorsunuz?” Bir süre bana baktı, yüzümü inceledi. Duyulması güç bir sesle yanıtladı. “Önceki aldıklarım soldu.” Demek bu yüzden hep yenisini alıyordu. Bir dahakine çiçeği köküyle saksıda vermeliydim.
“Hep canlı çiçekler istiyorsunuz öyleyse. Ama size bunları hazırlarken de ölü sayılırlar. Sadece henüz solmamış oluyorlar.”
“Çiçekler solana kadar yaşamazlar mı?” Sesini düzeltmek ister gibi boğazını temizledi ve devam etti. “Henüz canlı görünüyorlar ne de olsa.”
Gülümsedim. “Yaşıyor diyemeyiz.” dedim. Adam biraz düşündü. Bu bilgileri o sahafta okuduğu kitaplardan öğrendiğini düşünüyordum. Ama tam doğru sayılmazdı.
Sardığım çiçekleri ona uzattım. Aldı ve inceledi. “İçindeki suyu ve besini kullanmaya devam ediyorsun, yani yaşıyorsun.” Tekrar bana baktı, cevap bekler gibi. Bu çiçekleri yeni saplarından kesmiştim. İki veya üç gün daha canlı kalacaklar demekti bu. Ama bu yaşadıkları anlamına gelmiyordu.
“Hayır, yaşamıyorsun.” dedim. “Sadece hayatta kalmaya çalışıyorsun.”
Yorumlar