Siz hiç nisan dolunayında ayaklarınıza dalgalar vururken kahvenizi yudumladınız mı? En güzel açılardan en güzel gün batımlarını izlerken kulaklarınızda sevdiğiniz bir şarkının kollarına bıraktınız mı kendinizi? Bir ilkbahar akşamında gelincik tarlalarının arasında mis kokular eşliğinde bisiklet sürdünüz mü? Bir antik kenti gezip yüzyıllar önce yaşamış insanların arasına girdiniz mi? Bakir bir koyda sahile çadır kurup dalga sesleri ile uykuya daldınız mı? Masmavi sularda yüzüp masmavi suların ardından doğan güneşi izlediniz mi? Toroslarda zirve yürüyüşü yapıp dağların büyüsüne kapılıp, çayınızı zirvelerde yudumladınız mı? Torosların zirvelerinde yazın kartopu oynayıp, buzul göllerinde yüzüp, gece meteor yağmurlarını izlediniz mi? Yoksa siz hala çayınızı, kahvenizi evinizin salonunda mı içiyorsunuz? Cevabınız “evet” ise konfor alanından çıkmanızın vakti gelmiştir. Elbette evin salonunda çay içebilmek bile büyük bir nimettir, ancak hayatın başka güzelliklerini de yaşamak için alışkanlıklardan biraz uzaklaşmak gerekir. Zaman, alışkanlıkların esaretinden çıkınca anlam kazanır.
Son günlerde sıkça duymaya başladığımız bir kavram konfor alanı. Unesco yapmış olduğu yaşlılık tanımında da konfor alanına şu şekilde yer vermiştir: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır. Diğer ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa yaşlıdır. Merak etmiyorsa, keşfetmiyorsa yaşlıdır.” Peki nedir bu konfor alanı? Konfor alanı, bir bireyin kendini rahat ve güvende hissettiği, aşina olduğu fiziksel, duygusal ve zihinsel sınırların belirlendiği bir alan olarak tanımlanır. Aslında bu alan içinde konfor kelimesi geçmesine rağmen çok da rahat olmayan bir alandır. Konfor alanı, rahat hissettiğimiz değil, rahatsız olduğumuz halde risksiz ve zahmetsiz olduğu için kopamadığımız yerdir. Peygamber efendimiz Hz Muhammed (sav) bir hadis-i şerifinde “iki günü birbirine eşit olan zarardadır” diyerek basmakalıp günler değil birbirinden farklı günler yaşamanın gerekliliğini ve konfor alanından çıkmanın önemini yüzyıllar öncesinden söylemiştir. Uzun yıllar ötesine seslenen bir peygamberin sesine kulak vermek gerekir. Her gün aynı 24 saati yaşamak, sürekli aynı döngünün içinde kalmak yaşama sevincini hissetmemizi engeller. Her an yeni bir şey yapmak, her zaman kendimizi geliştirmek mümkün olmayabilir elbette. Günlerini farklı hale getirecek küçük uygulamalar, deneyimler bulmak bizleri basmakalıp günlerden kurtaracaktır. Bunun için de konfor alanından çıkmak gerekir. Bu alandan çıkmak küçük bir su birikintisinden okyanusa açılan balık misali özgür olmak demektir. İnsan yaratılışı itibariyle gelişmeye, öğrenmeye, çalışmaya, üretmeye, değişmeye müsait bir varlıktır. Alışkanlıklarımıza esir olacak kadar da zamanımız yoktur. Ömrümüzü miskinlik, tembellik, üşengeçlik ile geçirmek yani konfor alanına hapsolmak yaşamak değil sadece günleri devirmektir. Hayatta var olmak ile yaşamak arasında ince bir çizgi vardır. Konfor alanının içinden çıkamayanlar hayatta sadece var olur, bu alanın dışına çıkabilenler ise hayatı yaşarlar, hayatın tadına varırlar. İyisiyle, güzeliyle, acısıyla tatlısıyla dolu dolu yaşarlar.
Hepimiz sonsuzluktan geldik, zaman denilen mefhumun içinde ete kemiğe büründük ve tekrardan sonsuzluğa gideceğiz. Zaman su gibi akıp gidiyor. Şu dünyada her şeyin bir telafisi, tekrarı olabilir ama zamanın asla. Yanlış zaman, kötü zaman diyerek olumsuz giden birçok durumda zamanı suçlarız. Zaman her şeyin ilacıdır deriz ama hangi zamanın neye ilaç olacağını bilemeyiz. Oysaki zamanın hiçbir suçu yoktur ve milyonlarca yıldır kendi hızında ilerler. Bizim zamanı yakalamamız, zamana yetişip elinden tutmamız gerekir. Zamanı yakalamak için de alışkanlıklarımıza veda ederek mümkün olur.
Tarih boyunca zaman hep ölçülmüş, biçilmiş; aylara, günlere, saatlere bölünmüş. Üzerine şarkılar, şiirler yazılmış. Ama kinse zamanı tutamamış, durduramamış. Aldığımız her nefesin sayılı olduğunu ve geçen bir saniyenin bile geri gelmeyeceğini düşünürsek zamanın kıymetini anlarız. Dinimiz İslam, bir inanç olmanın yanı sıra bir yaşam felsefesidir aynı zamanda. Allah zamanı bize bölerek vermiştir. İşlerimizi, yaşamımızı beş vakit namaz saatlerine göre ayarladığımızda zamanı israf etmeden kullanmış oluyoruz. Geçmişi geri getiremeyiz, yaşanılan kötü şeyleri silemeyiz, yarın ne olacağını bilemeyiz. Madem hayat kısa, dünya fani, aldığımız nefes sayılı onu bunu bırakıp yaşamaya bakmalıyız. Bu yaşamaktan kasıt yemek içmek, saçıp savurmak değil. Ölçülü, israftan, lüksten uzak, faydalı işlerin yapıldığı, hayırla, güzellikle dolu bir yaşamak. Ünlü şairimiz Ataol Behramoğlu “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey var” şiirinde ne güzel söylemiş: “İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine/Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına/İnsan balıklama dalmalı içine hayatın./Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına/Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar/Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın/Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu/Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın” ne zaman bu şiiri okusam veya dinlesem içim yaşama sevinci ile dolar. İnsan ne yaşıyorsa dolu dolu yaşamalı. Acıyı da mutluluğu da iliklerine kadar hissetmeli. Hiçbir şeyi öylesine yaşamamalı. Güzel anılar biriktirmeli.
Yetmiş yaşında dönüp geriye baktığımızda boşa geçmiş bir ömrün pişmanlığını değil, dolu dolu yaşanmış bir ömrün huzurunu yaşamak için zamanın değerini bilelim. Her anın değerini bilmeli insan. Anı güzel yaşamalı ki geçmişe güzel izler kalsın, gelecek umut dolu olsun. Sorunları değil, mutlulukları büyütelim. Alışkanların zincirini kırıp konfor alanından çıkalım. Bir restorana gittiğimizde hep aynı masaya değil farklı bir masaya oturalım. Kahvemizi bugün farklı bir fincanla içelim. Bir gün alışılmışın dışında bir tarz müzik dinleyelim. Bir sabah işe farklı bir yoldan gidelim. Ne demiş Gun Finley: “Bir yerden ayrılmaktan korkma, oraya bağlı kalmaktan kork, alışkanlıklarından kork, hep aynı kalmaktan kork.” Gelin akit varken kahvemizi en güzel gün batımlarını izlerken yudumlayalım. Yeni yerler görüp yeni insanlar tanıyalım. Güneşin, yeşilin, havanın, doğanın tadını doyasıya çıkaralım. Sevdiğimiz şarkıları sevdiğimiz yerlerde dinleyelim doyasıya. Sevdiklerimize sımsıkı sarılalım. Hayatımızda var olan, sahip olduğumuz her şeyin kıymetini bilelim. Daha fazlasını beklemek yerine var olanla mutlu olalım. Hayattan güzellikler beklemek yerine hayatı biz güzelleştirelim. Biz zamandan bir şeyler beklerken zaman bizi beklemez. Sabah uyandığımızda nefes alabildiğimize, yürüyebildiğimize, pencereden güneşi görebildiğimize şükredelim. Şükürsüz ve mutsuz geçen her gün ömür israfıdır. İsraf ise günahtır.
Geçmiş ve gelecek. Her ikisi de yaşadığımız şu zamandan geçiyor. Uzunluğu kısalığı bir muamma olabilir ama kalitesi bizim irademize bağlı. Bir gün bu hayat bitecek. Hiç yokmuş gibi olacağız. Zaman dediğimiz şey hiç yaşanmamış gibi olacak ve her şey bir rüya gibi kısacık kalacak. Denizler dalgalanmaya, güneş doğup batmaya, çiçekler açmaya, rüzgar esmeye, kar, yağmur yağmaya devam edecek, yeni kitaplar yazılacak, yeni şarkılar söylenecek ve biz olmayacağız. Kaybedildiğinde geri gelmeyecek tek şey zamandır. Necip Fazıl, "Geçliğine güvenip vakit çok erken derken, belki elveda bile diyemezsin giderken" sözleriyle zamanın değerine çok güzel vurgu yapmıştır. Günleri saymayalım, sayılmaya değer günler yaşayalım. Madem günlerimiz sayılı ve ne kadar var bilmiyoruz, her günü bir öncekine fark atarak yaşayalım. Hayatta sadece var olmak yerine, hayatı yaşayalım. Çünkü hayat, yaşadığımız kadar vardır ve hayat sunulmuş bir armağandır insana.
KENAN GÜLTEKİN
TÜRKÇE ÖĞRETMENİ
Yorumlar