TAKIM ELBİSELİ YALNIZLIK
Ben yine aynı saatte çıkıyorum sahil yürüyüşüme. Biraz deniz havası almak, derdi spor yapmak olanları görmek, moral bulmak iyi geliyor. En çok da deniz, martılar ve kediler...
Hele kediler! Hangisi hangi gölgede uyuyor, ezberledim artık. Hangi kayanın dibinde yavruladılar, mama dağıtıcıları gelince hangisine daha hevesle koşuyorlar, hepsini biliyorum. Bazen yürüyüşümü durdurup sadece onları izliyorum. Meraktan değil, keyiften.
Martılar simitten sonra kedi maması da yemeye başlamışlar. Hatta bir bakıyorum, martı, karga ve kedilerden oluşan küçük gruplar aynı mamadan nasipleniyorlar.
Asıl merak ettiğim ise üç kilometre ileride. Kulağımdaki müziğin ritmine göre adımlarım hızlanıp yavaşlıyor. Her gün, aynı yersiz merakla o banka doğru yürüdüğümü fark ettim. Ya orada değilse?
Oysa... bana ne?
O yabancı, evet, hiç tanımadığım bir adam, orada olmuş ya da olmamış, ne fark eder ki?
Tanıdık, çünkü her sabah aynı yerde. Yabancı, çünkü adını bilmiyorum. Sesini hiç duymadım. Göz göze bile gelmedik. Gelsek, selam vermeye çok hazır. Ama ben o yöne bakmıyorum. Kaçıyorum o selamlaşmadan. Korkuyorum.
Adamdan mı?
Hayır.
Kendimden. Sormaktan.
Kimsin sen?
Neden her sabah bu banktasın?
Üzerindeki takım elbise nasıl bu kadar temiz, bu kadar ütülü?
Yanından eksik olmayan o çantada neler var?
Kaç saattir oradasın, kaç saattir bekliyorsun?
Buradan sonra nereye gidiyorsun?
Evin var mı, varsa orada seni bekleyen biri var mı?
Aklımda bu deli fikir dönüp duruyor. Farkına varmam zaman aldı ama adımlarım onun yanından geçerken yavaşlıyor. Kulağımdaki müziğin ritmine meydan okuyor içimdeki merak.
Hatta hayal kurduruyor bana.
"Keşke," diyorum, "şöyle bir durdursa beni sabahlardan birinde."
"Merhaba," dese.
"Benim anlatmaya ihtiyacım var, senin yazmaya," diye eklese...
"Anlatsam, yazar mısın?" diye sorsa mesela.
Yazardım. Uzun uzun anlatacak olsa yazardım. Bekler gibi değil de izler gibi oturuşunu yazardım. İçinden geçen sessiz takvimi, "bugün de geçti" diyen iç sesini, belki de taşıdığı çantadaki eşyaların hikâyesini...
Şiir gibi yazardım, dize dize. Hatta roman olurdu belki, o isterse.
Eğer orası bir randevu noktasıysa, sözleştiği kişi geliyor mu, bilmek isterdim. Soru sormazdım ona, fazlasına lüzum yok. O anlatırdı, ben sadece dinlerdim. Onun ve o bankın hikâyesi çeldi aklımı, hayalimi. Sanki dilinin ucunda koca bir hikâye var. Sanki içinde hep aynı ses yankılanıyor: "Ah, keşke biri sorsa..."
Korkmuyor da değilim, berbat bir öykü çıkma ihtimalinden. Ya "kötü" dediğimiz biriyse?
Ya şık ve temiz olan sadece üzerindeki giysiyse?
Ya ardında üzgün, mutsuz insanlar bırakan bir adamsa ve bu yalnızlık halini fazlasıyla hak etmişse?
Belki de bozmamalıyım bu sessizliği. Herkesin bir yalnızlık şekli var. Ve onunki, sabahları takım elbise giyip, çantasını yanına alıp, deniz kıyısındaki bir banka oturmak. Belki de yalnızlık bazen bu kadar düzenli, bu kadar temiz, bu kadar sessizdir. Yalnızlığın da şık bir hali vardır belki. Ya da en azından benim için öyle kalmalıdır.
Bilmemek daha iyi olabilir kimi zaman. Lekeli bir gerçekle denk düşmektense, temiz bir hayal ürünüyle yaren olmak.
Yarın sabah da geçeceğim yanından, bugünkü gibi. Belki yine yazacağım ona dair bir şeyler .
Çünkü bazı insanlar hiç konuşmasa da anlatır.
Ve ben, o anlatmayanların hikâyesini dinlemeyi sürdüreceğim. Belki başka banklarda ya da bir ıhlamur ağacının gölgesinde başka bir sessiz hikayeye denk geleceğim.
Yorumlar