Alışageldiğimiz veya elimizde hükmettiğimizi zannettiğimiz zaman ve evren dengesi, hatta beynimiz bile aslında bir televizyonun uzaktan kumandası gibi bizi yönetiyor. Bu bakış açısına ulaşmak hayli yorucu ve bir o kadar da çok zaman alsa da, aslında gerçekliklerin ne kadar acıtıcı bir yönü olduğunu keşfetme yolculuğunda bir arkadaş gibi oldu.
Felsefi dinamiklerini veya kuralları biliyor olmamız ya da kalemden kağıda döküyor olmamız, bizi birazdan bahsedeceğim kavrama ulaştıracak anlamına gelmiyor hiçbir zaman. Çünkü sonuç olarak insanız ve gücümüz, daha doğrusu var olduğuna inanmak istediğimiz gücümüz bile bir noktadan sonra kilitlenip kalma özelliğine sahip oluyor ve yaşanan durumların içerisinde derin bir boşluk sezmeye başlıyoruz.
Albert Camus’un da kaleme alarak belirttiği gibi, birtakım şeyleri hatırlamak için yavaşlıyoruz ama unutmak için hızlanıyoruz.
Bu kimya neden bizim yapımız içerisinde bizimle seyrediyor? Maddesel dünyanın tutsağında o kadar ezici bir baskı ile var olmuşuz ki, yaşanan en güzel anların nasıl olsa bir gün sona ereceğine inandırılmışız. Gerçeklik bu kadar mı kötü diye bir soru beliriyor aklımın bir köşesinde…
İnsan acıdan ve üzüntüden neden korkar? Gözyaşı dökmek neden ızdırap gibi gelir, merak etmişimdir. Bu konu da aslında yine beynimizin şartlandığı kuralların oynadığı oyunlardan bir tanesi olarak bende cevap olarak doğuyor. Dram fazlaysa acıma hissi ile çevren çoğalıyor; mutluluk fazlaysa, kendi benliği oluşmamış insanların seni bir hamlede yutmak için veya seni son damlana kadar kullanmak için pusuda beklediği anlara sürekli olarak şahit oluruz. Ve yine her toplumda olduğu gibi, yetiştiğimiz toplumun da kendi içerisinde benliklere işlediği kalıp görüşlerin hayatımızı ne derece şekillendirdiğini gözlemliyoruz. “Çok gülersen, ağlarsın.” “Aman, dert ettiğin şeye bak.” “Bu da bir şey mi, ben neler yaşadım, otur da dinle!” Tüm bu kavramlar, insan benliğinin en derinlerinde kodlanmış; beni ben olarak göstermenin ötesinde başka bir kimlik sunarak varlığını sürdürüyor.
Beynimiz de bu durumlara hazır olduğu için, zaten mutlaka kalıpların kapılarını düşünce merdivenlerine doğru açmaya başlıyor. Gerçekten bir şeyi hatırlamak için neden yavaşlarız? Süreklilik işleyen dengelerin içinde, etraftaki tüm argümanları susturmak gerekir ki hafızanın çekmecelerinden istediklerini çıkartabilesin. Adımların yavaşlar, sesler yavaşlar; hatta çevrendeki insanlarla zaman bile yavaşlar. Bu yavaşlatan bir konuyu hatırlamaksa ne mutlu, ama özlemini duyduğun bir anı hatırlamaksa o zaman gerçekten şimdi çok sıkıntılısın demektir. Geçmişi anmak, güzellikleri hatırlamak veya zamanın yavaşlamasını dilemek, çünkü artık o zamanda yaşanan gerçekliklerin bir daha asla geri gelmeyeceğine inandığımız içindir. Bir resmi gözünün önüne getiren o melodi, bütün bir günü durduracak güce sahiptir aslında; hani derler ya, film şeridi gibi geçti diye, işte bütün güzel kareler bir anda canlanmaya başlar ya da beynin onu canlandırmak için beklediği komutu almıştır. O anda kalmak istersin, keşkeler olmadan, acısız o güzel anları yeniden tatmak istersin; o zaman işte bedenin bile orada kalmak için yavaşlamaya başlar, nabız düşer, nefes ağır olur. Kalbin ise büyük bir ağırlık altında atmaya çalışır. Çünkü özlemi taşımak kolay bir meziyet değildir.
Bunun bir de tam tersi vardır. Unutmak için hızlanırız, zaman su gibi akar gider. İstemediğin ve mutlu olmadığın bir yerden gitmek için zamanın çok hızlı geçmesini beklersin, aklını farklı düşüncelerle kilitlersin ki zamanın farkında olma. Bir de bunun sürekli olarak kaçmaya çalıştığımız acıyla örtüştüğü bir detayı vardır. Düşüncelerin harekete geçtiğinde adımların, nefesin, nabzın ve kalp atışın bile olmasından daha hızlıdır. Soluk alıp vermen bile değişmiştir. Bu da bilincin oynadığı oyunlardan birisidir. Karanlık bir sokakta korktuğun için nasıl adımlarını hızlandırıyorsan, acıdan da kaçmak için sürekli olarak aklını ve vücudunu hızlandırırsın. Bir acıyla yüzleşmek, onun gerçekliğini bilmek ve mücadele etmek gibi durumlar bize hiçbir zaman gösterilmedi; keşkelerimizden bile koşarak uzaklaşma ihtiyacı hissediyoruz. Ama gerçekten insanı yaraladığını düşünen acıyla bir masada karşılıklı otursak ve gözlerinin içine bakarak meydan okusak, belki de o kadar da kaçılacak bir durum olmadığını bize gösterecektir. Ama en başta da dedim ya, insanoğlu gizli bilgileri keşfedemez; şartlandırıldığı hayatı yaşamaya çalışır. Bir durumun üstesinden gelebilmek, belki de özgürlüğün ilk ve tek adımıdır.
Kaçma isteğini bilinçten silmek, hatasıyla, eksiğiyle ve artısıyla durumlarla karşı karşıya geldiğimizde belki de tüm dengeleri alt üst edecektir. Bazı anlar olur ki sadece bir destek beklersin; saatlerce konuşursun, bu destek "ben bir içimi dökeyim de sen sadece dinle"ye kadar ulaşabilir. Böyle de bir an olmadığı için insanın kalbinde ve aklında birikenlerden bir şekilde kurtulması gerekir ve kaçmak için her şey hızlanır. Ve yine bazı anlar olur ki en değer verdiğin insanla zaman geçirdiğin zaman orada her şeyin sonsuza kadar durmasını dilersin ve her şey yavaşlar. Bu yavaşlamayı yaşanan acının içerisinde yapmak, deneyimlemek ve ciğerlerin sökülene kadar bağırmak, belki de o korktuğumuz acıların kendi kendine silinmesine yardımcı olacaktır.
Kendi hayatını iyisiyle kötüsüyle ve senin belirlediğin hızda yaşadığın vakit, bütün soruları tek başına nasıl çözebildiğini de fark etmeye başlıyorsun ve artık günlük sohbetlerin ötesine bile ulaşmayacak düzeyde ilişkiler kurmaya başlıyorsun. Bu da belki de kendimizi yormayacağımız anlamına geliyor, çünkü sıkıntını paylaşmak için bir insana bile ihtiyaç duymuyorsun artık. Nasıl olsa insanlar, kendi hayatlarından dolayı fazla dert dinlemek istemezler; çözüm yollarını bulup kendi kendine çıkışa ulaşmak gerekir. İlişkiler bile beklentiler üzerinde kurgulu olduğu için insanların birbirlerinin hayatlarında var olma sebepleri "benim sana ihtiyacım var" olgusundan doğuyor. Bir insanın sadece kendisine ihtiyacı olduğunu, uzun bir felsefi araştırmadan sonra kendime atfettiğim bir kavram oldu. Bu düşünce biraz acımasız ve bencilce mi oldu? Evet, aslında öyle oldu ama insanların çoğu, hatta bütün insanlar zaten bencil varlığa sahip değil midir? DNA sistemi gibi görünmeyen sistemlerle hayatta durduğumuzu varsayarsak, bu enstrümanlardan bir tanesi eksik kaldığı zaman orkestra doğru sesleri sırayla çalamıyor.
Bir an geldi, bencilliklerin en derininde sinir sistemini harap eden anlar yaşandı. Kendi başıma mücadele etmeyi öğrenmiş olsaydım, zaten bu kadar kırgın olmazdım. Sadece birikenleri anlatmak istiyorsun, ama karşısında sıkılan ve senin konuşarak rahatlayacağını fark etmeyen çevrendeki insanlar, “takma kafanı” gibi şeyler söyledikten sonra tüm sistemin hızlanmaya başlıyor ve olan bitenden gerçekten kaçmak istiyorsun. Oysa ki senin istediğin sadece içindekileri dökerek zamanı yavaşlatmak ve değer verdiğin insanla zamanı durdurmak, çünkü değer görmek istiyorsun. Birikenler yüzünden adımların, hayatın, her şey hızlanıyor, çünkü kaçmak istiyorsun. Çoğu insanda da bu durum yaşanıyor. Bu yüzden her tarafta düşünen, sıkılan ve telefonun içine saklanan insanlar dolu. Hemen herkes kendisini hızlandırmış ve insanları geçtim, kendisinden bile kaçmaya çalışıyor.
Şimdi bile düşünüyorum da, böyle hislerle kendimizi yalnız hissetsek bile aslında yalnız değiliz. Bir sürü insan kendi aklından, düşüncelerinden ve acılarından hızlı adımlarla kaçarak unutmaya çalışıyor.
Zamanı durdurmaya karar verdim. Ne yaşanacaksa yaşansın, en derinine giderek yüzleşmek en doğrusu olacak. Ama böyle bir durumda olan insan artık başka bir insana ihtiyaç duymayacak. Susmak en doğrusu; ben istersem konuyu açarım, ben istersem kapatırım. Ama kendisinden farklı olan insanlara kimsenin tahammülü yok, bu da hayatın en büyük gerçeği. Ya deli olursun ya da dengesiz olarak atfedilirsin etrafta. Bu da çok kafaya takılacak bir mesele değil zaten. Olduğun gibi kabul görmüyorsan, gerek yok o düşüncede insanlarla zaman geçirmeye. Önce kendimize sessiz kalalım; düşünceler, eylemler, hareketler her şey sussun. Sonra zaten ister istemez çevreye sessiz kalmaya başlıyorsun. Nasıl olsa bir insanı dertlerinle sıkmaya gerek yok, çünkü bir zaman sonra sana bu tavır gösteriliyor. Bu sebepten dolayı durdur zamanı; her durumda yaşa en derinlerine kadar güzellikleri ve acıları ama asla gösterme kimseye, bırak ruhsuz desinler. Sen kendi dünyanda hisset bütün duyguları. Bencil görün, kimsenin umuru olmaz.
Zamanı tutalım mı, tutmayalım mı?
Yorumlar