“Ağlama” Demeyin Ağlayana
Ağlayana “ağlama” denmesini hiç anlamam. Gülene kimse “gülme” demiyor çünkü. Hiç duydunuz mu birinin, “Birazdan komik gelmeyecek,” ya da “Bu mutluluk geçici, artık gülmeyi kes,” dediğini?
Yok. Çünkü mutluluk görüldüğü yerde sarmalanıyor, gölge düşürmemek için çaba harcanıyor. Ama acı geldi mi, sanki hemen kovulması gerek. Hemen bir “geçer” sözü, bir “ağlama” ikazı, bir yok sayma çabası…
Bunu da anlamak zor gelir. Ağlayan kişi, aslında kendi içinde ufak ya da devasa bir yıkım halindedir. O da biliyor geçeceğini. Fakat o an için dökeceği gözyaşı, belki de acısına adanmış bir ayindir. Bir sahip çıkış... ya da geçmesi için gizli bir yakarış. Ve kendi içinde kutsalı olan bir andır. Nereden bilebiliriz ki?
Dokunmadan, bozmadan, sadece eşlikçi olmak gerekir kimi zaman. Ağlayarak değil, anlayarak…
Annesini kaybetmişti bir yakınım. Telefonda ağlıyordu. Belli ki iyi gelecek birkaç kelimeye ihtiyacı vardı. En çok da anlaşılmaya…
“Ağla,” dedim. “Doya doya ağla.”
“Hatta daha çok ağlayacaksın,” dedim sonra.
“Zamandan başka ilacı yok,” diye ekledim. “Ağlayacaksın tabii...”
Şimdi düşünüyorum da, acaba acımasız mı oldum ben?
Sanmam. Çünkü o andaki halimle değil, aynı anı yaşadığım zamandan gelen sesimdi telefonda duyulan. Bilmediğimiz hisler hakkında konuşmak, yemediğimiz bir yemeğin tadını övmek ya da yermek gibi. Eksik ve sahte olur.
En zorlu sınavdır deneyim insan için. Ve en öğretici olan da yine odur, öğrenmeye yatkın olanlara.
Tatmadığın bir duygu hakkında konuşmak ne kolay… Sevgide de böyledir bu, nefrette de. Acıda da, sevinçte de. Tecrübe edilmemiş bir hissin üzerine konuşmak; uzaktan bakarak içini bildiğini sanmak... Bu, en çok da kendini kandırmaktır.
Başkalarının “teselli” sandığı kelimelerin, bazen nasıl da ağır geldiğini, nasıl inkâr gibi durduğunu iyi bilirim. “Güçlü ol” gibi. “Bir tek sen mi yaşıyorsun bunu?” gibi...
Duyguları bastırmanın adını “güç” koymuş birileri. Gözyaşı döken biri, hemen “zayıf” diye etiketlenir. Oysa gözyaşı bazen en cesur ifadedir. Bir meydan okumadır hatta.
Erkekler içinse bu baskı daha da katıdır:
“Ağlama, erkekler ağlamaz.”
Bir yasak tabelası gibi, daha çocukken zihinlerin köşe başlarına asılır bu söz. Suskun hayatlar böyle inşa edilir.
Oysa cinsiyet sadece fizyolojiktir. Duyguda cinsiyet olmaz derim ben.
Toplumun dayattığı bu duygusal baskı, çoğu zaman içimizi daha da kapatır. Duygularımızı bastırmak için öğrendiğimiz bu “güçlü olma” hali, aslında bizi daha yalnız bırakır. Oysa bazen en büyük güç, tam da yıkılırken ortaya çıkar.
Elbette, kimseye “Ağla, çok ağla hem de” diyecek hâlimiz yok. Ama en azından sessiz kalarak destek olabiliriz. Bazen sadece biri yanımda oturur, hiçbir şey söylemeden...
Ve o an, tam da ihtiyaç duyulan şey yaşanmış olabilir.
Ağlamak o an iyi gelecekse, bırakalım ağlasın. Yanında sessizce durmak bile yeter… Hatta bazen daha iyi bile olabilir.
Belki neden ağladığını anlamak zordur ama anlamamız da gerekmeyebilir. Hiç sebepsiz ağlamış olamaz mı insan?
Derinlerde bekleyen, zayıf bir anı kollayan bir virüs gibi, bir acının ya da kötü bir hatıranın tetiklenmesiyle gözyaşları sele dönebilir. Gözyaşlarımız sadece duyguların değil, aynı zamanda bedenimizin bir temizlenişidir. Bu yüzden ağlamaya engel olmak, bazen insanın kendi doğasına karşı koyması gibidir.
“Geçer” lafı, zamanında söylenmediğinde bir yalandan farksızdır. Ama zamanla, kişi kendi içinde bu kelimeye tutunmaya başlar. Geçeceğine inanmak, uçurumun kenarında cılız bir dala tutunup düşmekten kurtulmak gibidir bazen.
Ve unutmayalım ki, her gözyaşı kendi içinde bir hikâyedir. Bazen susturulamaz bir çığlık, bazen de iyileşmenin ilk adımıdır.
Ağlamasına izin verdiğimiz kişi, aslında güçlenir. Çünkü gözyaşları yıkım değil, yeniden doğuştur.
Sessiz kalmak, anlamak ve birlikte acıyı paylaşmak, en büyük cesarettir.
Uzun lafın kısası:
Ağlamaya engel olmayalım.
Çünkü bazen en derin iyileşme, sessiz bir gözyaşıyla başlar.
Yorumlar