Hırçın bir fırtınanın günü geceye çevirdiği yağmurlu bir günde, yağmur hiç olmadığı kadar şiddetle yağıyor. Sanki intikam alırcasına, kişisel bir kıyameti koparcasına yağıyor; bazen çok isteyip de gücümün yetmeyeceği kadar yüksek, avaz avaz atamadığım bir çığlığı haykırırcasına gök gürlüyor. Göz ucuyla ağaçları görüyorum. Yemyeşil ve bir o kadar güzel. Sakin. Her biri içimde kök salmış, bana farklı duygular yaşatan ağaçlar. Her daim genç kalsın diye defne, sükûnet için zeytin, ömrü uzun olsun diye çınar gibi… Yani, bütünüyle bakıldığında uçsuz bucaksız koca bir orman gibi. Dinlenmek için sığındığım bir yer: evim gibi.
Elimde bir fincan kahve, manzarayı daha yakından hissedebilmek için cama doğru yaklaşıyorum. İşte orada, özlediğim her şey tam karşımda duruyor. Bu camın arkasında. Hatta o kadar yakın ki, sanki bir zamanlar tenime dokunuşun gibi geliyor gördüklerim. Ellerimi uzatsam, yağan yağmurda ruhumu ıslatsam, nefesimi tutup ormana dalıversem, içinde yürüsem… yürüyüp bugünden, bu kasvetten çıkıp gitsem diye düşünürken bir anda harekete geçmeye karar veriyorum ve yalınayak kendimi bahçeye atıyorum.
Adımımı dışarı attığım an, sanki beni bekliyormuş gibi fırtına birden duruyor. Bulutlar yavaş yavaş çekilmeye başlıyor. Yağmur damlaları artık usulca toprağa düşüyor. Yaprakların ucunda biriken damlalar, kristaller gibi eşsiz, parlıyor. Toprak, geri dönüşümün minnettarlığını o eşsiz kokusuyla sunuyor. Bu kokuyu saygıyla karşılıyorum ve uzun uzun ve usul usul içime çekiyorum. Özlediğim bir déjà vu’yu yaşıyorum.
Derinlere daldıkça ormanın kalbinde kayboluyorum. Sinsice yaklaşıp bacaklarıma dolanan bir yılan, bileğime dişlerini geçiriyor. Onun hala orada olduğunu bilmenin zehirli gerçeği damarlarımda gezinerek beni uyuşturuyor. Varlığı hem cezbediyor hem ürkütüyor. Zihnimi bulandırıyor. Belli belirsiz tıslaması sakinleştiriyor beni. Anlıyorum ki niyeti beni acısız ve nihai bir huzura ulaştırmak.
Parmaklarımı tenimde sızan zehrine daldırıyorum. Dokunur dokunmaz hissederek aldığım tat acı bir çikolata gibi. Son parçasını ağzımda eritene kadar yutmaya kıyamadığın, Kaf Dağları’nın ardındaki masallar diyarından gelmiş dünyanın en özel çikolatası gibi. Yılan süzülerek zehrini zerk ettikçe, bedenim onun soğukkanlılığında buz kesiyor. Artık kanımda oksijen yerine sadece zehir kaldığında kendimden geçip bir rüyaya dalıyorum. Ve ben, çaresizce o rüyaya aldanıp damarlarımı daha da açıyorum. “Kabul,” diyorum, “direnmeyeceğim artık sana! Gel hadi!” “Bitirelim şu işi ”
Direncimin çatırtısını duyan yılan seviniyor. Varlığının yarı yerleşik, yarı göçebe kararsız hali, her an gidebilirim sakın güvenme der gibi tehdit ediyor beni. Bir gözüm, zihninin derinliklerinde, kendisinin bile bilmediği düşünceleri okuyabiliyor: “Her an gidebilir. Burada değil ve hiç olmayacak. Ağır adımlarla seni ezip bir daha geri gelmeyecek.” Bunu biliyorum. Diğer gözüm kör neredeyse kalacağına ikna olacak ama bu zehrin etkisi geçecek. Bir rüya daha bitecek. Çok geç olmadan ezmeliyiz bu yılanın kafasını.
Ben iki uçta düşünüp yürürken fırtına yeniden başlıyor. Bu kez önceki halinden de hırçın. Önce zeytin ağacını köklerinden söküp atıyor. Zeytin ağacının topraktan koptuğu yerden bir kaos fışkırıyor. Bu kaos, koca çınarı deviriyor. Bütün bunlara şahit olan defneler ise üzüntüden soluyor. Orman, evim, ayaklarımın altında, gözlerimin önünde ve kalbimin derinliklerinde yok olup gidiyor. Artık yaşayacak değil ölecek bile bir yeryüzüm kalmıyor. Bu yıkım karşısında nefessiz kalıyorum. Bedenim, benliğim, inandığım her şey orada yıkılıp bir enkaz olarak kalıyor.
Anlıyorum bütün olanı biteni. Anladığımda, zihnimden başlayarak bedenim kokuşuyor. Küçük, küçücük, minicik üvez sinekleri, yerde yatan ölü bedenime üşüşüyor. Gözlerimi aralıyorum; bir yaş süzülüyor yanaklarımdan çeneme doğru. Yüreğimin tersini alıp yüzümü siliyorum yaşlar her yanıma bulaşıyor. Üvez sinekleri, hareketlendiğimi görünce kaçışıyor. Zoraki doğruluyorum yerimden. Eteklerimdeki cam kırıkları yere saçılıyor. Destek alıp yerimden kalkmaya çalışırken avuçlarıma camlar batıyor. Ellerim kanıyor. Göğsümdeki boşluktan derin bir nefes alıp gözlerimi kapatıyorum. Bir anlığına kapattığım gözlerim, açtığımda bir asır gibi geliyor. Mevsimler geçiyor, fırtına diniyor, orman yeniden filizleniyor. Göğsümdeki boşlukta, var ile yok arası bir yaranın izi kalmış. Arınmış, iyileşmiş ve dinlenmiş olarak uyanıyorum.
Bu, ödediğim bir bedel. Yokluğuna veda.
Yorumlar